BU NASIL BİR SEMİNER!...

 Öncelikli olarak yazacaklarım ve aktarımlarım birilerini suçlamak için veya daha farklı bir niyetle yapılmış değildir. Özellikle de Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğünün iyi niyetinden de şüphemin olmadığının bilinmesini isterim. 

 

Biz gazetecilerin asli görevi malumu ilan etmek değil, gizemi ifşa etmektir, bu konuda hemfikiriz sanırım. Bu gerçeklikten ve şiardan yola çıkarak Antalya ilinde 3 gün süren ve oldukça da düşündüren Sığınmacılar ve Göçmenler Dayanışma Derneğinin (SGDD) düzenlediği ‘Basın mensupları için göç ve mültecilik konularında bilgi ve farkındalık semineri’nden söz etmek istiyorum ki gerçekten de çok büyük farkındalık yarattılar. Farkındalığın olumlu mu, olumsuz mu olduğuna siz sevgili okurlar karar verecektir mutlaka. 3 gün süren seminer Antalya ili Konya altı bölgesinde olan 5 yıldızlı, 10 numara Porta Bello otelinde gerçekleştirildi.

 

Seminere Başbakanlık Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü, Enformasyon Daire Başkanı Mahmut Şevket Bayram, İç İşleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğünden Göç Uzmanı Salih Aykut Özen, SGDD Genel Koordinatörü İbrahim Vurgun Kavlak, Uncher, Unicef, Unfpa, Unwomen, WHO, A.B. ve B.M.M.Y.K yetkilileri ile birlikte uzun yıllardan beridir gazetecilik yapan fakat demek ki yeterli görülemedikleri için önüne gelen herkesin GAZETECİLİK DERS verdiği vasatın altında görülen biz gazeteciler katıldık.

 

Toplantı sırasıyla güzel konuşmaların, nakışlanmış söylemleri ile başladı. Herkes derdini anlattı, 5 N 1 K kuralına göre orada neden bulunduklarını sıraladılar. Listeyi incelediğimde, baktım ki hepsi alanında uzman isimler, herkes bir şeyler biliyor, bizde bir şeyler öğreniriz diyerek başladık dinlemeye. Dakikalar birbirini kovalarken baktık ki işin boyutu çok farklı. Ben ve katılımcı birçok meslektaşım gözlerimizi dört açıp, notlarımızı alacağımız ajandalarımızı hazırlamış ve sabırsızlıkla söylenecekleri bekliyorduk. Protokolün tatlı konuşmasının ardından üzerine basa, basa söylüyorum ‘Basın mensupları için göç ve mültecilik konularında bilgi ve farkındalık semineri’nde beklentimiz başlığa bağlı söylemlerin aktarılmasıydı.

 

İlk konuşmacıdan itibaren hemen, hemen herkes slaytlar, görseller üzerinden örnekler vererek gazetecilere ayar çekmeye, işimizi bize öğretmek cihetine giderek öyle değil, böyle olmalı demeye başladılar. Salonda bulunan gazeteciler olarak nezaketimizi bozmadan bize verilen yarım, yamalak düzeltme içerikli söylemleri sineye çekerek sabır diyerek zamanın geçmesini bekliyorduk. İlk günün öğlen sonrasında bu kez Birleşmiş Milletler adına bir şahıs konuşma yaptı ve ara, ara gazetecilere yine ayar verdi. Biz yine beklemedeyiz bir farkındalık mı olacak diye. Daha sonra sırasıyla Uncher, Unicef, Unfpa, Unwomen, WHO, A.B. yetkilileri konuştu. Yapılan tüm konuşmalar sırasında gazetecilere böyle yapmayın, şöyle yapın talimatları veriliyor, her slayt gösterisinin ardında mutlaka Amerika bayrağı gösteriliyor, mültecileri Türkiye topraklarında kurtarıyordular. Salona baktığınızda ise hani çocuklar ilkokulda sınıflarını süslemek için küçük bayraklar kullanır ya ha işte o bayraklardan bir iki tane koymuşlar konuşmacıların masalarına. Koskoca salon, semineri düzenleyen Türkiye Cumhuriyetinin Bir Sivil Toplum Kuruluşu, Tüm sine vizyonlar sırasında ve sonrasında dakikalarca ekranda dalgalanan Amerikan bayrağı, sürekli ders verilen, ayar çekilen gazeteciler ve buna karşılık eh hadi hatırınız kalmasın, görünmese de olsun der gibi ki bana göre adeta tokat gibi, kimsiniz der gibi, hiçbir görselikte görünemeyecek küçüklükte iki minik Türk bayrağın olması dikkatimden kaçmadı. bu büyük bir farkındalıktı işte bana göre...

 

Biz gazetecilerde sabırsızlık, la havle çekmeler, bitse de çıksak modları ve artık sinirlerimiz gerildi havaları, konuşmacılar Uluslararası Göç Örgütü (IMO) adına konuşan iletişim bölümü asistanı ile UNİCEF iletişim uzmanının konuşmaları sırasında yine gazetecilere ayar vermeleri, böyle değil böyle yapın tavırları bardağı taşıran son damla oldu. Başta ben olmak üzere bazı kişiler söylemlerin artık bizleri gerdiği mesajını vermeye başladık, aşşağılanmanın da bir sınırı var tavırları sergilenmeye başladı.

 

Söz bana geldiğinde 28 Ekim olduğu halde salonda neden boydan Türk bayraklarının olmadığını, sürekli olarak bizlere adeta zoraki Amerika’nın bayrağının izletildiğini ve gizli mesajlarla dolu slaytların seyirlik olarak sipariş edildiğini sordum. Ardından da gazetecilere gazetecilik konusunda uzman olmayan, bu işte ihtisas görmemiş ve uzaktan, yakından bağlantısı olmayanların neden sürekli haberlerde bunu yapmayın, bunu yapın uyarılarında bulunduğunu veya telkinini yaptıklarını sordum. Daha sonra da Türkiye’ye bir anda 4 Milyon Mültecinin giriş yaptığını, bu mültecilerle başa çıkmanın kolay olmadığını belirtirken seminer boyunca Türkiye’yi yetersiz göstermenin nedenlerini sorup durduk. Bir, iki slaytta mültecilere söyletilen ‘Türkiye’yi seviyoruz’ söylemine karşılık hep yetersiz gösterilmesinin ardındaki gerçekliği sorup durdum, yanıt tabiî ki yok. Öte taraftan da bu slaytlardan birine yanlışlıkla dalgalanan bir Türk bayrağı takılmaz mı ya diye düşünüp duruyorum ki yanlışlıkla bile bir gösterimde dahi Türk bayrağının izine rastlayamadım. .

 

En sonunda da eğer Türkiye’nin yeterli olmadığını düşünüyorsanız, gidin, sınırları açın, bu insanlara sahip çıkın, bizde, dünya’da nasıl sahip çıkıldığını öğrensin diye bu kez de biz kendilerine tavsiyede bulunduk. UYdular mı! ELbette ki hayır, nede olsa bize öğretiyorlar nasıl olmamız gerektiğini.

 

Hal böyleyken bana göre bu seminerin ana amacı gazetecileri yönlendirmek, Türkiye’nin yetersiz olduğu imajını vermekten başka bir şeye çalışılmadığıydı. Yani belden aşşağı maç nasıl kazanılırın kısa bir dersiydi.

 

Güzel ülkemin Antalya ilinde her şey çok güzeldi, ağlamaya hazır duygusal bir hava, hafiften esen meltemler, deniz, kum, sınırsız güzellik. Aynı güzel söylemleri seminer için de söylemek isterdim fakat maalesef söyleyemiyorum, demek ülkemde bunlar sürekli oluyor da ben ilk kez davet edildiğim için ilk kez görüyorum. Tabi, salonda Türk bayrağının olmamasına, gazetecilere ayar çekilmesine ve Türkiye’nin mülteci konusunda sınıfta kalan bir ülke değil tam aksine başarılı bir şekilde bunu idare eden bir ülke olduğunu söyleyerek beğenmiyorsanız buyurun siz yapın diyen kimliklerin  Diyarbakırlı gazetecilerinin olması ayrı bir onur, ayrı bir gururdur. İsterdim ki birçok kişi o sahnede sergilenenleri çıplak gözle görebilseydi ki bir noktada medyanın içinde bulunudğu durumunda somutluğu gözler önüne seriliydi aslında. Bakıyoruz ama görmüyoruz modundaydık.

İşin bir diğer enteresan tarafı gazeteci olan ben, bir seminer yapılıyor ve soru soruyorum. Gazeteci olmayan biri karşıma geçiyor, fotoğrafımı çekip, beni adeta afişe etmeye çalışıyor. Niye çekiyorsun kardeşim fotğrafımı, sen gazeteci değilsin, fotomu çekme yetkin de yok, bize gazeteciliği öğretmeye çalışıyorsunuz ama izinsiz fotoğrafımızı çekmenin suç olduğunu bilmiyorsunuz, bizi fişliyormusunuz? diye müdahale ettim. Gerçi resimler silindi ama mesele burada siz gazetecilere ayar verriken, izinsiz resim çekerek suç işliyorsunuz. Şimdi bu ne lahana, bu ne turşu demezler mi...

Yazımın başında otele ve hizmetine 10 numara 5 yıldız vermemin sebebi seminere 0 puan vermemdi. Yani kaliteliyi takdir etmeyi biliriz babında. 


Gerçi herkes bizi, Diyarbakırlı gazetecileri müdahaleci olarak algıladı ama 'Mesele vatan ve bayrak ise gerisi teferruattır' dedik, gerekeni ilettik. Nasıl alğılarsanız alğılayın icabında…

 

Ha unutmadan ekleyeyim, biz konu ettik ya Türk Bayrağını ve diğer teferruatları, bir sonraki gün, salonun her tarafı Türk bayraklarıyla donatıldı, tıpkı bayram yeri gibi :) … 

YORUM EKLE